Aerylia’nın sabahları, çoğu insana göre fazla berraktı. Güneş vadinin kenarından doğarken, taş avluların üstünde ince bir su sesi dolaşır, rüzgâr çanları hafif hafif çalardı. O sabah hiçbir ses yoktu; sanki bütün manastır nefesini tutmuş, görünmeyen bir kapının aralanmasını bekliyordu.

Symera Windwhisper gözlerini açtığında, odanın ortasında ayakta durduğunu fark etti. Uyku küllerinin içinden çıkmış gibi bir his: yüzünde soğuk, avuçlarında sıcak. Rüyada duyduğu ritim hâlâ kulaklarındaydı—iki vuruş, sessizlik; iki vuruş, sessizlik—sonra beklenen ama gelmeyen üçüncü.

Elini göğsüne koydu. Nabzı bir an sanki onunla inatlaştı, sonra aynı ritme uydu. “Redna,” diye fısıldadı. İsmin odanın taş duvarlarına çarpıp geri dönmesini bekledi, ama Aerylia taşları o sabah yankı vermiyordu. Sessiz taş, dikkatle dinleyen taş demekti.

Pencereden içeri bir akım girdi. Rüzgâr çanları üç kez vurdu ve sustu. Symera, duvarda asılı olan kil dokumaya baktı: dokumanın ortasında, çizgilerle işlenmiş küçük bir halka vardı; manastırın, “kalbin gözünü” simgeleyen eski işareti. Bu sabah halka, bakıyor gibiydi.

Koridora çıktığında, şifa salonuna giden yolun serinliği yüzüne çarptı. Avludaki mermer fıskiye, geceden kalma çiği birikmiş gümüş bir kase gibi duruyor; su sıfır sesle durgun bekliyordu. Rahibeler—kiminin saçında yaş, kiminin omuzlarında çocukluğun yeni yükü—sessizlik içinde göründüler. Onlar da rüyalarında bir şey duymuş olmalıydı; yoksa Aerylia’da böyle bir sabah, birine mutlaka bir şaka olurdu.

Kör Rahibe Myrae, avlunun taş bankında, güneşin ilk çizgisini alnına kabul etmiş halde oturuyordu. Symera yaklaştı. Myrae, gözleri yokmuş gibi değil de, gözleri en doğru yeri görüyormuş gibi başını kaldırdı.

“Gece yankısı seni buldu,” dedi.

“Evet,” dedi Symera. “Taşların sesi. İki vuruş, sonra sessizlik. Üçüncüyü bekledim, gelmedi.”

“Üçüncü vuruşu bekleme,” dedi Myrae. “O senin içindedir.”

“Ne demek bu?”

“Birincisi dünyanın nefesi,” diye başladı Myrae, avuçlarını havanın üzerine koyup sanki görünmeyen bir örtüyü düzeltiyormuş gibi yaptı. “İkincisi tanrıların sessizliği. Üçüncüsü… insanın seçimi. Hangi yöne soluk alacağına, kiminle atacağına insanların kendisi karar verir.”

“Peki taşlar?” dedi Symera. “Onlar da seçer mi?”

“Taşlar sadece bekler,” dedi Myrae. “Ama bekleyenin sabrı, bazen seçmekten daha güçlüdür. Sen, bugün, bekleyen taşla konuşacaksın. Kanla değil; rüzgârla.”

“Rüzgârın üçüncü soluğu,” dedi Symera. “Ne zamandır bunu söylüyorsun, ama hep ben yanlış anladığımı hissediyorum.”

Myrae gülümsedi. “Yanlış anladığını hissetmen, doğru anladığın anlamına gelebilir.” Bastonunun ucunu taş zemine dokundurdu. “Bugün kan dökmeyeceksin. Ne bir damla, ne bir gölge. Kalbinle dinleyeceksin.”

Symera başını eğdi, ama o sırada parmaklarının ucunda eski bir sızı dolaştı—adı olmayan bir hatıranın yerini yoklayan bir ağrı gibi. Myrae’nin sesi bu sızıyı işaret ediyormuş gibi yumuşadı:

“Onu düşünüyorsun.”

“Evet,” dedi Symera. “Hâlâ düşünüyorum.”

“Anlat,” dedi Myrae. “Bugünün nefesi, dünün ağırlığını almadan temiz olmaz.”

Symera, şifa salonunun ağır kapısını geride bırakıp küçük bir hücreye geçti. Hücrenin taş duvarlarında, eski öğrencilerin çizdiği basit işaretler—su, yaprak, halka—zamanla silinip mermerin damarına karışmıştı. Küçük bir minderin üzerine oturup kollarını dizlerine doladı.

“İlk günümde,” dedi, “bir çocuk getirmişlerdi. Ateşi, sudan daha yüksekti. Kollarında morluklar vardı, ama darbe gibi değildi; sanki içerden dışarı vuruyordu renk. Adını sordum, Sira dedi. Adını söylerken gülümsedi; sanki adı, ateşin içine düşmüş bir çiçekmiş gibi.”

“Hatırlıyorum,” dedi Myrae. “Üçüncü kattaki küçük oda.”

“Ellerimi onun alnına koydum,” dedi Symera. “Bu çok erken bir müdahaledir, dediniz, ama başka yol yok sanmıştım. Nefesini izlemek istedim. Bir, iki… ve üçüncü nefes. Üçüncüde ateşi düşecek sandım. Düşmedi. Sonra daha derin gittim; damarını duymak istedim. Ritim bozuk değildi, ama bir şeye çarpıp geri dönüyordu sanki. Bir taş duvar gibi.”

“Ne yaptın?” dedi Myrae.

“Yanlışı,” dedi Symera, gözleri suyla dolup taşmadı; su, içinde kaldı. “Bir damla kan akıttım. Damarı rahatlasın diye. O an ateşi düştü, yüzü serinledi. ‘Oldu,’ dedim. Ama gece… ateşi geri geldi. Ve ben aynı şeyi ikinci kez yaptım. Ertesi gün, üçüncü kez. Üçüncüde, kan susmadı. Sira, ertesi sabah nefesini sürdürmedi.”

Myrae’nin bastonu taşta minik bir ses yaptı. Symera, o sesin insan sesinden daha teskin edici olabildiğini ilk kez o an anladı.

“Yasını tuttuk,” dedi Myrae. “Ama senin tuttuğun yas, kız çocuğunun değil. Kendinindi.”

“Evet,” dedi Symera. “Kendini affetmenin töreni dünyada yoktur, dediniz. Ben bir tören uydurdum. O günden sonra, üç nefes almadan hiçbir şeye dokunmadım. Kimsenin damarına, kendi kalbime bile.”

“Sana o gün ne söyledim?” dedi Myrae.

“‘Damar, bazen sadece dinlenmek ister.’”

“İşte bu yüzden,” dedi Myrae, “rüzgârın üçüncü soluğu senin dilin oldu. Ve bugün onunla konuşacaksın.”

Symera, başını kaldırdı. “Redna taşlara kan dökmüş. Ben bunu rüyamda duydum. Taşlar ona cevap verdi. Ona ‘dur’ demek benden mi bekleniyor?”

“Kimse kimseye ‘dur’ demek zorunda değil,” dedi Myrae. “Ama herkes, kendi nefesinden sorumlu. Sen bugün kendi nefesinle duyacaksın onu. O, kendi kanıyla duyacak seni. Belki ikiniz de sustuğunuzda dünya konuşur.”

Symera, Myrae’nin elini tuttu. Kör rahibenin avuç içi, sanki taşın en sıcak yerini taşıyordu içinde. “Eğer üçüncü nefes beni ona götürürse?”

“Götürür,” dedi Myrae. “Ama seni kendine de getirir. Gitmek için, önce geldiğin yeri bilmen gerekir.”

Myrae, hücrenin köşesindeki küçük nişten bezle sarılı bir nesne çıkarıp Symera’nın kucağına bıraktı. Bez açılınca bir parşömen rulosu göründü; uçları yıpranmış, ortası yağlı parmak izleriyle koyulaşmış.

“Bu nedir?” dedi Symera.

“Rahibelerin saklı metinlerinden,” dedi Myrae. “Yedi Akış’ın ‘Susku Bahsi’. Orada şu yazıyor: ‘İki kalp, üçüncü nefeste bir olursa, taş hafifler. Taş hafiflerse, dünya yer değiştirir.’ Sen, başkalarının yerini değiştirmeye çalışma. Dünyanın yer değiştirişini dinle.”

Symera, parşömeni göğsüne bastırdı. “Peki ya savaş? Rüyada çöl gördüm. Ateş, kan, adını bilmediğim bir şeyin çığlığı.”

“Khemriath,” dedi Myrae. “Bazen kehanet, üç kıta öteden rüzgârla gelir. Sen rüzgârın dilini biliyorsun. Duyduğunu doğru kişiye ulaştır.”

“Redna’ya,” dedi Symera.

“Evet,” dedi Myrae. “Ama önce rüzgârı dinle.”

Şifa salonunun kapılarını kapattılar. Rahibeler, taş zemin üzerine ince çizgiler çizip niyet daireleri yaptılar. Niyet dairesi, kan içermeyen ritüellerin en eskisiydi: hafızayı çağırmaz, hafızanın üstüne su gibi oturur.

Symera, dairenin merkezine tek bir mum bıraktı. Mumu yakmadı. Alev, bazen yanlış yeri aydınlatırdı. Karanlık, doğru şeyi görünür kılacak kadar güvenilir olabiliyordu.

Diz çöktü, ellerini taşın üstüne koydu. “İlk nefes, dünyanın nefesi,” diye fısıldadı. Burnundan aldı; havanın serinliği diliyle tatsız bir anlaşma yaptı. “İkinci nefes, tanrıların sessizliği.” Göğsüne kadar çekti, göğsünü boşaltırken bütün sesler sanki taşın altına çekildi. “Üçüncü nefes, insanın seçimi.”

Üçüncü nefesi verirken rüzgâr kapıyı hafifçe itti. Mumu yakmamıştı; yine de niyet dairesinin ortasında bir ışık doğdu: alevsiz, dumansız, ama kesin. Işık büyümedi; sadece doğru yerde durdu.

“Redna?” dedi Symera.

Yanıt, kulağına değil, göğsüne geldi. “Buradayım.”

Symera gözlerini kapadı; görmediğinde her şey daha net oluyordu. “Kan dökme,” dedi. “Bugün değil.”

“Söz,” dedi Redna.

Söz. Kılıçtan keskin, kandaki demirden ağır bir kelime. Symera’nın içindeki suçluluk, Sira adlı çocuğun ateşinin bıraktığı o ince gölge, sözün yanından geçti; söze temas ettiğinde biraz hafifledi.

“Bir ses daha var,” dedi Redna. “İki vuruş arasında kalmış bir nefes. Bize ait değil.”

“Biliyorum,” dedi Symera. “Onu da duyuyorum. Bizden uzak bir yerden geliyor. Suyu olan bir çölden.”

“Adı var mı?”

“Yok. Ama birinin adı bir başkasının yası olabilir,” dedi Symera. “Ben ‘Senara’ ismini rüzgârda duydum. Kim olduğunu bilmiyorum.”

Redna bir an sustu. “Ben de bilmiyorum. Ama biliyor olacağım.”

“Rüzgârın üçüncü soluğunda buluşuruz,” dedi Symera. “Bugün değilse yarın. Ama kan yok.”

“Kan yok,” dedi Redna, tekrarladı. “Kalp var.”

Ses söndü, ışık yer değiştirdi. Niyet dairesi, çizildiği taşın damarlarına karışıp görünmez oldu. Symera, taşın dokusunu parmak uçlarıyla izledi; hiçbir şey yazmıyordu, ama her şey yazılmıştı.

Gün batımına yakın, manastırın dış avlusunda, Aerylia rüzgâr çanlarının hepsi aynı anda çaldı. Bu, onların geleneğinde “rüzgârın karar verdiği an” demekti: kimse çanları itmemiş, çanlar kendi ağırlıklarıyla konuşmuştu.

Symera, avluya bakan yüksek terasta duruyordu. Şehir uzakta, taş merdivenlerin ve kopkoyu kavakların ardında, mavi bir su gölü gibi parlıyordu. Bir an için, bu dünyanın hiç bozulmayacağını düşündü. Sonra o düşüncenin ancak bozulma ihtimaliyle değerli olduğunu anladı.

Yanına genç bir acemi rahibe geldi. Saçlarını sıkı bir örgüyle toplamış, gözlerinde sabırsız bir soru taşıyordu. “Üstat Symera,” dedi, “bugün bir hasta getirdiler. İki gündür konuşmuyor. Göz kapakları titriyor, ama uyanmıyor.”

“Beni beklesin,” dedi Symera. “Önce rüzgârın soluğunu duyacağım.”

“Bu… yeni bir öğreti mi?” dedi acemi, biraz çekinerek.

“En eski,” dedi Symera. “Biz unutmuştuk.”

Acemi rahibe gittiğinde, Myrae terasta beliriverdi. Yaşlı kadının bastonunun sesi, kuşların kanat sesine karıştı. “Bugün taşlar sana güvendi,” dedi.

“Taşlar insanlara güvenmez,” dedi Symera. “Sadece sabreder.”

“Sabır da bir güvendir,” dedi Myrae. “Sen de sabret. Yarına ağır bir nefes birikecek. Kuzeyden.”

“Kuzey…” Symera’nın aklı, rüyasında gördüğü gri vadilere, kırık taşlara gitti. Orada, kanla konuşan bir adam. “Onu duyduğumda, ben de duyulmuş gibi hissediyorum.”

“İnsan, duyulduğunda iyileşir,” dedi Myrae. “Şifa bazen buradan geçer.”

“Her zaman değil,” dedi Symera, Sira’yı düşünerek.

“Evet,” dedi Myrae. “Her zaman değil.”

Gece indiğinde, manastırın dış kapılarında nöbet değişti. Kuledeki küçük çan, gölgeler yer değiştirirken iki kez vurdu. Üçüncü vuruş, rüzgâr isteyince gelirdi.

Symera, hücresinde tek mumla oturuyordu. Mumu bu kez yaktı; alev, taş duvarda küçük bir yarayı andıran gölge bıraktı. Parşömeni önüne açtı. Susku Bahsi’nin dördüncü satırını parmağıyla izledi: “Kalbin üçüncü soluğu, iki nefesin yolunu birleştirir; ama onları tek yapmaz.”

“Teklik,” diye mırıldandı, “bazen sevgiye ihanettir.” Sevgi, iki nefesin birbirine kulak vermesi demekti; biri diğerini boğduğunda, ikisi de susardı.

Küçük mavi bir taş çıkardı kesesinden. Aerylia’da “rüzgârın gözü” denen bu taş, genelde çocukların oynadığı, yetişkinlerin unuttuğu bir oyuncağa benzerdi. Taşı avuçlarının arasına alıp nefesini verdi; taş soğukken sessiz kalır, ısındığında tiz bir mırıltı çıkarırdı. Taş ısındı. Mırıltı başladı. Symera gözlerini kapadı.

“Redna,” dedi, fısıltıyla.

“Buradayım,” dedi ses, artık daha yakında.

“Bugün bizi dinledi.”

“Kim?” dedi Redna.

“Rüzgâr,” dedi Symera. “Ve dünya. Taşların sabrı, rüzgârın dili. Biz de sadece… nefes olduk.”

Redna gülümsedi; gülüşünü görmedi, ama duydu—insanın gülüşü, kelimelerin arasında sürçen o küçük sıcaklık. “Kan yok,” dedi Redna. “Söz var.”

“Söz,” diye yineledi Symera. “Ve sabır.”

Kısa bir sessizlik oldu. Sonra Redna’nın sesi, uzak bir tepenin arkasından gelen boru gibi ciddileşti. “Kuzeyde sis var. Su olmayan yerde, suyun hayaleti. Dalgasız bir gölge yürüdü. İsimsiz.”

“Boğulanlar,” dedi Symera. “Bugün savaş istemezler. Dinlerler.”

“Evet. Ben de dinledim.”

“Yarın yine dinle,” dedi Symera. “Rüzgârın üçüncü soluğuna kadar. Sonrası… sonra konuşuruz.”

“Konuşuruz,” dedi Redna. “Ama bugün—”

“Bugün susarız.”

Işık yavaşladı, mumun alevi devrildi, tekrar doğruldu. Symera taşı soğumaya bıraktı. Göğsünün içindeki ritim, ilk kez o gün sakinleşti. İki vuruş, sessizlik; iki vuruş, sessizlik; üçüncü nefes… bir gülümseme.

Şafak, Aerylia’nın çam ormanlarını gri bir tülü andıran hafiflikte örterken, manastırın dış kapısında bir kervan durdu. Sığınma dileyen beş kişi, başları önde içeri alındı. En arkadaki kadın, kucağında incecik bir bebek taşıyordu. Bebeğin ağlaması yoktu; sadece ağlaması gerekiyormuş ama üşengeçlikten bırakmış bir yüz ifadesi.

Symera onları avluya indirtti. Kadına su verildi, bebeğin elleri küçük bir bezle ısıtıldı. Kadının gözleri boşluktaydı; taşlar bile bugün dinliyorsa, kadının gözleri dinlemeyi unutmuştu.

“Adın?” dedi Symera, nazik bir tonda.

“Yara,” dedi kadın. “Kuzeyden geliyoruz. Su olmayan vadide su yürüdü. Adamım gitti. Ses çıkarmadan. Sanki birisi onu sudan çekmiş gibi, ama su yoktu.”

Symera’nın sırtından aşağı ince bir üşüme indi. “Dalgasız,” diye mırıldandı. Kadın anlamadı, yalnızca bebeğini sıkıca sardı.

“Burası güvenli mi?” dedi kadın. “Geceleri rüzgâr, kapıları açmıyor mu?”

“Bugün rüzgâr bizim için çalışıyor,” dedi Symera. “Korkma.”

Bebeğin avuçlarına parmaklarını koydu; minik parmaklar, onun parmaklarını kavradı. Nabız zayıftı, ama ritmi doğruydu. Symera, başını kadının omzuna eğdi. “Ağlayabilirsin,” dedi. “Bazen sessizlik, gözyaşı ister.”

Kadın ağlamadı. Ama bebeğin gözünden küçücük bir damla süzüldü—kimin gözyaşı olduğu belli olmayan cinsinden.

Myrae geriden izliyordu. Yaklaşınca sadece bir cümle söyledi: “Bugün iyi yaptın.”

“Ne yaptım?” dedi Symera.

“Hiçbir şey,” dedi Myrae. “Ve bazen en doğrusu budur.”

Gün yükseldiğinde, Aerylia’nın rüzgârı yön değiştirdi. Kuzeyden esti. Avluya toz değil, sanki taşların derinliklerinden gelen bir koku taşıdı: demir değil, kan değil; ıslak toprak gibi, yeni açılmış bir yol gibi.

Symera, terastan vadiyi seyrederken parmaklarının arasında rüzgâr taşı yine ısındı. İçinden konuşmadan sadece düşündü: Buradayım.

Buradayım, diye bir cevap geldi; ses değil, sükûtla yazılmış bir kelime.

Rüzgâr, üçüncü kez soludu. Manastırın bütün çanları aynı anda bir kez çaldı ve sustu. Aerylia taşları hiç bu kadar dikkatle dinlememişti. Symera, üçüncü nefesin ardından yüzüne düşen o görünmez çizginin, dünya ile kendisi arasındaki en ince sınır olduğunu anladı.

O sınırın bir yanında kan, diğer yanında söz duracaktı. Ve bugün—en azından bugün—söz, kanı yenecekti.

Symera gülümsedi. “Duyuyorum,” dedi rüzgâra. “Ve duyuluyorum.”

Günün sonunda, rüzgâr yorgun düştü; ama dünya, ilk kez iki isim arasında nefes almayı öğrendi. Bu, yalnızca bir ritüelin başlangıcı değil, bir çağın konuşmaya başlamasıydı. Rüzgâr, üçüncü soluğunu verdi ve dinlemeye koyuldu.